Genel
Giriş Tarihi : 25-03-2024 16:15   Güncelleme : 25-03-2024 16:15

Mübarek Ramazan'ın 15. Günü

Mübarek Ramazan'ın 15. Günü

  Ayet:

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde bir gözetleyicidir.

Allah (C.C.) ne güzel söyledi.

Nisa Suresi, 1. Ayet

Hadis:

Allah’ın Resulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;

Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.

Allah’ın Resulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.

Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248.

Dua

Ey Allah’ım! Sapmaktan veya saptırılmaktan, hatâ etmekten, hatâ ettirilmekten, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillik etmekten, bana cahillik edilmesinden, hakkım olmayan bir şeyi istemekten, elimde olmayan bir şeyin benden istenilmesinden sana sığınırım”

Âmin

Hz. Abbad Bin Kays (R. A.)

Hz. Abbad Bin Kays bin Abese bin Ümeyye bin Malik bin Amir bin Adiy bin Kab bin Hazrec, el Ensariyyi’l Hazreci, Beni Adiyy bin Ka’b ve ya Adiy oğullarıdır.

Hz. Abbad Bin Kays’ın doğum tarihi bilinmemekte olup şehid olduğunda kaç yaşlarında olduğuda bilinmemektedir.

Hz. Abbad Bin Kays ve kardeşi Sübeyi bin Kays, hicretten önce Medine’de İslam’a girmişlerdir. Bu nedenle Medine’nin ilk müslümanlarından sayılırlar.

Hz. Abbad Bin Kays, II. Akabe Biat’ında bulunan ensardandır. Bu nedenle de Resulullah (S.A.v)’in yapmış olduğu gazvelerin hemen hemen hepsine iştirak etmiştir. Daha sonra da Uhud Savaşı’na da katılmıştır.

Hz. Abbad Bin Kays çok cesur ve şecaat sahibi bir sahabiydi. Savaş alanında elinden gelen bahadırlığı gösterirdi. Bu arada gereken fedakarlığı da yapardı.

Hz. Abbad Bin Kays, Medine’li olduğu halde Resulullah (S.A.v)’in yanından hiç ayrılmazdı. Nitekim Resulullah’ın yapmış olduğu Hudeybiye Seferine’de katılmıştır. Hicri 7. ve ya 8. yılda Hz. Zeyd bin Harise’nin komutası altında ki ordu ile Mu’ta Seferine çıktı. Bu sefer bilindiği gibi çok fazla düşman kuvvetlerine yapılmıştı. Savaş sırasında komutanlığı yapan Zeyd bin Harise, Cafer bin Ebi Talib ve Abdullah bin Revaha sırasıyla şehit düşmüşlerdi.

Hz. Abbad Bin Kays’da Hz. Abdullah bin Revaha’nın şehadetinden sonra şehid düştü.

Allah ondan razı olsun.

Türkiye'nin 6 minareli tek camisidir.

Ubeydullah Ahrâr (K.S.)

Uzunca boylu, esmer tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe ve beyazdı. Sakalındaki karalar, sayılabilecek kadar azdı. Zahir ve batın ilimleriyle donanmıştı. Nakşi meşayıhının muammerininden, uzun ömürlülerindendi. Bir asra yakın muammer oldu.

Ubeydullah Ahrâr Nefehât müellifi Molla Cami ile Reşahat müellifi Ali b. Hüseyin el-Vaiz'ın mürşidi. Bu yüzden her iki müellif de eserinde Ubeydullah Ahrâr için geniş yer ayırmışlardır. Özellikle, Reşahat müellifi, eserini Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır, denilse yeridir.

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, hicrî 806 Ramazan'ında (m 1404 Mart) Taşkent'e bağlı Bağıstan'da doğdu. Hz Ömer neslinden ilim ve irfan ehli bir aileden. Kendisinin eğitimiyle dayısı şeyh İbrahim Şaşî meşgul oldu. Temel ilimleri Taşkent'te okudu. Daha sonra yine dayısının teşvikiyle Semerkand'a gitti. Orada Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş'un talebesi oldu. Semerkand'dan Buhara'ya geçti. Orada Şeyh Hamîduddın Şaşî'nın sohbetlerine katıldı. Buhara'dan Herat'a geçerek Seyyid Kasım Tebrîzî'nin yanına vardı. Tebrîzî, Ahrâr'ın çok istifade ettiğini belirttiği ustadır. Herat'ta ayrıca Bahaeddın Ömer Horasani ile tanıştı. İlim ve irfan yolunda geçen bu seyahatlerden sonra Ubeydullah Ahrâr, nihayet Çiganyan'da Yakub Çerhî'yi buldu, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya'kub Çerhi'nın yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Bir kısmı ilim muhitınden, bir kısmı devlet ricalınden, diğer bir kısmı da halkın muhtelif kesimlerinden olmak üzere pekçok mürid ve halife yetiştirdi.

Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk'ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir. Vefatı 893 Rebîu'levvel 1490 Ocak'ta Semerkant'tadır. Kabri orada Şeyh Kefşir mahallesi kabristanındadır. Hizmet Anlayışı

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. "Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak" olarak anlardı Nitekim "ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler" derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Semerkand'da Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak bir kaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastalardaki sıtma mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetlerini aralıksız sürdürdü, altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.

Herat'ta bulunduğu yıllarda hizmet kastıyla sabahları Abdullah Ensarî el-Herevî'nın vakfı olan hamama giderek orada her renk ve her dilden insana ivazsız garazsız hizmet ettiği Reşahat'ın beyanlarından anlaşılmaktadır.

"Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de "helal lokma" konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. "Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur."

Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi. Hz. Peygamber (s.a.)'in "Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir'in kapışı katsın" hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir.

-Rahmetullahi aleyh-

Bütün Güzel Ameller Kıyamet Günü Mizanda Tartılsa “Lâ İlâhe İllallah”  Kelimesinden Daha Ağır Gelmez | tasavvufokulu

Gönüllerin Mâneviyatla Aşılanma Mevsimi

Makale: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi 

Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: MartSayı: 210

Muhterem Efendim, Ramazân-ı Şerîf’in gölgesi üzerimize düştü. Fakat Gazze’de yaşanan soykırım dolayısıyla, gönüllerimiz mahzun, sevinçlerimiz buruk. Rahmet ve mağfiret iklimi olan bu mübârek günleri nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Bu hususta ne buyurursunuz?

Bu fânî cihan, bir imtihan yurdu. Bu sebeple de hiçbir köşesi, imtihandan âzâde değil. Evvelâ bu hakikati hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Nitekim Rabbimiz, en sevgili kulları olan peygamberlerini dahî ilâhî imtihanlarından muaf tutmamıştır. Bilâkis çile ve iptilâların en ağırlarını peygamberlerine yaşatmıştır.

Rûhu’l-Beyan’da şöyle naklediliyor:

“Âlimler demişlerdir ki:

Her peygamber, «Allâh’ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar bir zorlukla karşı karşıya gelmiştir.

Bu hâl, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de Mekke Fethiʼnden önce, zorluk ve sıkıntıların had safhaya ulaştığı günlerde görülmüştür.

Hattâ Hendek Savaşıʼnda, sahâbe-i kirâmın sabrı tükenip çaresizlik içinde nusret talep ettiklerinde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

«Allâh’ın yardımı ne zaman?!.» demiştir.

Bunun üzerine Allah Teâlâ rüzgâr ve melek ordularını göndermiş, kâfirler gürûhu da böylece hezimete uğramıştır.

O gün müslümanlar, tâkatsizlik, şiddetli korku ve aşırı soğuktan öyle bir durumda idiler ki, Hak Teâlâ bu durumu;

«…Korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti…» (el-Ahzâb, 10) ifadesiyle tasvir buyurur.” (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 297)

Rabbimiz kullarını, kimi zaman nîmetle, kimi zaman da mahrûmiyetle test eder. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Hayatın med-cezirleri karşısında kulun hamd, rızâ, teslîmiyet ve şükür hâlini koruyabilmesi, Allah ile beraberliğinin bir nişânesidir. Bu hakikati bizler, bugün Gazzeli kardeşlerimizde en bâriz şekilde görmekteyiz.

Bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizce sızlanmaya ve;

“Kulu olduğum Allah, niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” nevinden ucu küfre sarkan isyan ifadeleri kullanmaya aslâ hakkı yoktur. Zira bu imtihan âleminde Allah Teâlâ kulunu imtihan eder; -hâşâ- kul Rabbini değil!

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şu nasihatlerde bulunur:

“Ey oğul! Sırf seni müptelâ kılabileceği belâlarından ötürü Allah’tan uzaklaşma! Allah seni bazı belâlara dûçâr eder. Bunun sebebi şudur:

Acaba sebeplere dayanıp O’nun kapısını terk mi edeceksin, yoksa O’nun kapısına mı yapışacaksın?

Acaba zâhire mi dayanacaksın, yoksa bâtına mı?

Acaba idrâk edilene mi güveneceksin, yoksa idrâk edilemeyene mi?

Acaba görünene mi yöneleceksin, yoksa görünmeyene mi?.. 

Sana verilen mârifet, hüner ve muvaffakıyetleri, nefsinden mi bileceksin Hak’tan mı?..”

Gazzeli kardeşlerimiz de zulmün en ağırına mâruz kalmalarına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a olan sadâkat, tevekkül ve teslîmiyetleriyle, nice hidâyet mahrumunun intibâha gelmesine, İslâm’ı araştırıp müslüman olmasına vesîle oldular.

Bir kardeşimizin ifadesiyle; “Gazzelilerin îmanları sağlam canları tehlikede, bizimse canlarımız sağlam îmanlarımız tehlikede!..”[1]

Rabbimiz, şu mübârek günler hürmetine Gazze’deki kardeşlerimizin bir an evvel selâmete çıkmalarını, ümmet-i Muhammed’in diriliş ve uyanışını, lûtf u keremiyle ihsân buyursun.

Ramazân-ı Şerîf, mânevî bir hazine değerindeki mübârek ve müstesnâ bir zaman dilimi.

Nasıl ki ağaçların çiçeklenip meyve verebilmek için bahar mevsimine ihtiyaçları varsa; Ramazân-ı Şerîf de âdeta mânevî hayatın baharı… Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf’te ibadetlere ve güzel ahlâka, bilhassa da nezâket ve zarâfete, şefkat ve merhamete, cömertlik ve fedakârlığa çok daha büyük bir titizlikle ehemmiyet vermek gerekiyor ki, bu mübârek vakitlerin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edilebilsin.

Şunu da unutmayalım ki Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakkʼın kuluna bir yakınlık ve dostluk daveti olan müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir. Nasıl ki bazı meslek erbâbı, sahalarında uzman olabilmek için, sporcular da girecekleri müsâbakalarda gâlip gelebilmek maksadıyla kamplara çekilip, ihtilattan men kararı alıyorlarsa, bu Ramazân-ı Şerîf de bizler için Hakk’a yakınlık ve dostluğun müstesnâ vesîle ve fırsatlarına teksîf olma / yoğunlaşma mevsimidir.

Meselâ bu ayda mü’minlere farz kılınan oruç, insanın nefsini terbiye etmesine, ona çeki düzen vermesine vesîle oluyor.

Şeyh Sâdî şöyle der:

“Büyük bir zâta; «En birinci düşmanın, senin iki yanının arasında bulunan nefsindir.»[2] hadîsinden ne anlıyorsun? «Buradaki mânâ nedir?» diye sordum.

Bana şu karşılığı verdi:

«–Kendisine bir ihsanda bulunduğun her düşman, seninle dost olur. Nefis ise böyle değildir. Onu ne kadar hoş tutarsan, sana o kadar kafa tutar ve daha fazla karşı gelir.»”

Yani nefsi yola getiren en mühim hususlardan biri oruçtur. Rivâyet olunur ki, nefis, yaratıldığı zaman çeşitli iptilâ ve mahrûmiyetlere rağmen Cenâb-ı Hakk’a; “Sen sensin, ben benim!” deme cür’et ve cehâletinde bulundu, ancak ve ancak açlık sebebiyle âcizliğini kabul etti.

Hazret-i Lokmân -aleyhisselâm-, oğluna şöyle nasihat ederdi:

“Miden doyunca, fikrin uykuya dalar, hikmet susar, âzâlar ibadetten geri kalır.”

Ayrıca oruç, kula irâde terbiyesi kazandırırken, muhtaç kardeşlerimizin hâlini daha yakından anlamamıza da vesîle oluyor.

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Hazret-i Yu-suf -aleyhisselâm-’a:

“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisiniz. Niçin kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye soruyorlar. O aziz peygamber şu cevâbı veriyor:

“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyo-rum!..”

Bir düşünelim: Bizler de oruç vesîlesiyle; aylardır her türlü zulüm, şiddet, vahşet ve mahrûmiyete ilâveten bir de şiddetli açlıkla baş etmeye çalışan Gazze’deki kardeşlerimizin o sahursuz-iftarsız açlığının zorluğunu, bir nebze de olsa yüreklerimizde hissedebilecek miyiz?..

Yine Ramazân-ı Şerîf, dünya hayatını âhiret şuuruyla yaşamamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Orucuyla, zekâtıyla, sadaka ve infaklarıyla, ibadeti hayatın merkezine yerleştiriyor.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazan ayında ibadet hususunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise kendisini daha fazla ibadete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırır ve izârını bağlardı. (Yani ibadet için hazırlıklarını tamamlar ve büyük bir azimle Hakk’a yönelirdi.)” (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ‘tikâf, 8)

Ramazân-ı Şerîf’te mü’minler, beş vakit namaza ilâveten cemaatle edâ ettikleri terâvihlerle de her zamankinden daha fazla içtimâîleşmeye çağrılıyor. Böylece Fâtiha Sûresi’ndeki;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) sırrının tecellî etmesi isteniyor.

Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Allah -celle celâlühû-, size Ramazân-ı Şerîf orucunu farz kılmıştır. Ben de onun kıyâmını, yani Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sizin için sünnet kıldım.

Eğer bir kimse îmanlı bir yürekle ve sevâbına ermek ümidiyle Ramazan orucunu tutar, terâvih namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) kılarsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173)

Bu çok büyük bir müjdedir. Fakat şunu da unutmamak lâzımdır ki, duâlarımız gibi ibadetlerimizin kabulü de Cenâb-ı Hakk’a âittir.

Yine oruç, ferdî bir ibadet. Fakat iftar sofralarında bütün eş, dost ve akrabaların toplanmasına vesîle oluyor. Bu sebeple oruç hem şahsî olarak bizleri terbiye ediyor, hem de iftar vakitlerinde içtimâîleşmeye sevk ediyor. Şüphesiz mü’minlerin buluşup kaynaşması da Rabbimiz’in rızâsını celbeden bir durumdur.

Ayrıca, bütün hayır-hasenâtın kat kat sevapla mükâfatlandırıldığı, ilâhî bir lûtuf mevsimi olan Ramazan’da, fitre, zekât, sadaka gibi infaklarla mü’minler, mal hususunda da bir fedakârlık seferberliğine davet ediliyor. Malın sahibinin Allah olduğu şuuruyla, Oʼnun rızâsı yolunda infâk edebilme tâlimi yaptırılıyor. Bu, Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetimizin bir ifadesidir esâsında. Yani sırf zekât da kâfi değil! Nitekim âyette; “…Kullarının tevbesini kabul eden ve sadakaları alan Allah’tır…” (et-Tevbe, 104) buyruluyor. Yani zekâtı, sadaka ve infaklarla daha müzeyyen hâle getirmemiz lâzımdır.

Nitekim insanların en cömerdi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazân-ı Şerîf’te hiçbir engel tanımadan tatlı tatlı esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olurdu. Kendisine bir defasında:

“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye soruldu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ramazân-ı Şerîf’te verilen sadaka…” buyurdular. (Tirmizî, Zekât, 28/663)

Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhumâ- Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aydaki infak heyecanını şöyle anlatıyor:

“Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fedâil, 50)

Ramazân-ı Şerîf’i ihyâ etmenin en güzel vesîlelerinden biri de, Kur’ân tilâveti ve mukâbeleler…

Abdullah ibn-i Mes’ud -radıyallâhu anh- buyurur:

“Ziyafet veren herkes, ziyafetine (çevresinin ve çağırdığı dostlarının) gelmesini arzu eder ve bundan memnun olur. Kur’ân da Allâh’ın ziyafetidir. (Ondan uzak durmayınız!)” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Kalbimizin, Kur’ân’ın sır, hikmet ve mânâ ikliminden lâyıkıyla feyz alabilmesinin, ancak onu okurken sahip olduğumuz kalbî seviyeye bağlı bulunduğunu da unutmayalım.

Velhâsıl bu günler, gönüllerin mâneviyatla aşılanma mevsimidir. Nasıl ki bir bahçıvan, yetiştirdiği ağaçların daha lezzetli ve bereketli meyveler vermesi için senenin belli vakitlerinde budama ve aşılama yaparsa, Rabbimiz de mânevî bir terbiye mektebi olan Ramazân-ı Şerîfʼin feyizli ikliminde gönüllerimizin takvâda seviye kazanmasını arzu ediyor.

Rabbimiz, Ramazân-ı Şerîfʼten lâyıkıyla istifâde edebilen kullarından olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Rabia Brodbeck, Altınoluk, sayı 455, sf. 17.

[2] Beyhakî, ez-Zühdüʼl-Kebîr, s. 156.