Genel
Giriş Tarihi : 28-03-2024 13:44   Güncelleme : 28-03-2024 13:44

Mübarek Ramazan'ın 18. Günü

Mübarek Ramazan'ın 18. Günü

Ayet:

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;

Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir. Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.

Allah (C.C.) ne güzel söyledi.

(Al-i İmran Suresi, 110-111. Ayetler)

Hadis:

Allah’ın Resulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;

Aranızda öyle bir grup ortaya çıkacaktır ki, namazınızı onların namazları, oruçlarınızı onların oruçları ve diğer amellerinizi de onların amelleri yanında az göreceksiniz. Onlar Kur’ân okurlar, fakat okudukları boğazlarından aşağı geçmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar...

Allah’ın Resulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.

(Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 36)

Dua:

Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.

Âmin

Hz. Hamza

Müellif: Hüseyin Algül

Kaynak: İslam Ansiklopedisi

569 veya 570 yılında Mekke’de doğdu. Annesi, Hz. Âmine’nin amcasının kızı olan Hâle bint Vüheyb’dir. Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe’den süt emdikleri için Hz. Peygamber ile sütkardeşi, aynı zamanda çocukluk ve gençlik yıllarında arkadaş ve dost oldukları bilinen Hamza’nın bi‘setin 2 (612) veya 6. yılında (616) müslüman olduğu nakledilmektedir. Rivayete göre, Ebû Cehil ve adamlarının Resûl-i Ekrem’e hakaret ettiklerine şahit olan Abdullah b. Cüd‘ân’ın câriyesi, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmekte olan Hamza’ya gördüklerini anlatmış, büyük bir öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile Ebû Cehil’i yaralamış ve, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek İslâmiyet’i kabul ettiğini ilân etmiştir. Hamza’nın İslâm dinini benimsemesiyle müslümanların güçleri artmış, bu da müşriklerin müslümanlar aleyhine gerçekleştirmek istedikleri cüretkâr teşebbüslerini bir kere daha gözden geçirmelerine sebep olmuştur. Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’de ensar ile muhacirler arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurduğu gibi daha önce Mekke’de de müslümanları birbirleriyle kardeş yapmıştı. Nitekim Hamza müslüman olunca Resûl-i Ekrem onu Zeyd b. Hârise ile kardeş ilân etmiştir. Hz. Hamza gazâya çıktığında neyi varsa hepsini Zeyd’e vasiyet ederdi. Hamza Medine’ye hicret ettiğinde Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in (veya Sa‘d b. Heyseme’nin) evinde misafir olarak kalmış, Hz. Peygamber muâhât sırasında onu Külsûm b. Hidm ile kardeş yapmıştır.

Hicretten sonra Medine’ye sığınan müslümanları tehdit eden Kureyşliler’i vazgeçirmek için onları ticaret yollarında sıkıştırmak üzere seriyyeler düzenleyen Resûl-i Ekrem, bu seriyyelerin ilki olduğu rivayet edilen Sîfülbahr seferinde Hz. Hamza’yı kumandan tayin etti. Hamza 1. yılın Ramazanında (Mart 623) otuz kişilik bir müfreze ile, aralarında Ebû Cehil’in de bulunduğu yaklaşık 300 kişilik bir süvari birliğince korunan Kureyş kervanını kontrol altında tutmak ve gerektiğinde baskın düzenlemek amacıyla sefere çıktı. Taraflar, Medine’nin batısında Kızıldeniz sahillerine yakın bir yerde Cüheyneliler’in yaşadığı bölgede karşılaştılar. Çarpışma Cüheyne kabilesinden Mecd b. Amr’ın gayretiyle önlendi. Ebvâ ve Zül‘uşeyre seferlerine ve Kaynukā‘ Gazvesi’ne de iştirak eden Hz. Hamza bu seferlerde Resûl-i Ekrem’in sancağını taşımıştır.

Hz. Hamza Bedir Savaşı’nın (2/624) önde gelen kahramanlarındandı. Büyük bir cesaretle savaşarak teke tek vuruşmak için ortaya çıkanlardan Şeybe b. Rebîa’yı öldürdü ve Ebû Süfyân b. Harb’in karısı Hind’in babası Utbe b. Rebîa’nın öldürülmesine yardımcı oldu. Savaş esnasında da Cübeyr b. Mut‘im’in amcası Tuayme b. Adî’yi ve Kureyş’in bazı ileri gelenlerini öldürdü. Bundan dolayı özellikle Hamza’dan intikam almaya çalışan müşrikler, Cübeyr b. Mut‘im’in Habeş asıllı kölesi Vahşî b. Harb’e Uhud Gazvesi’nde Hamza’yı öldürdüğü takdirde âzat edileceğine dair söz verdiler. Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyeceğini ve organlarından yapacağı gerdanlığı boğazına takarak Mekke’ye döneceğini söyleyen Hind ise bütün takılarına ilâveten 10 altın vereceğini vaad etti.

Hz. Hamza, Uhud Gazvesi öncesinde Medine’de kalınıp savunma yapılması veya şehrin dışında düşmanla savaşılması konusu tartışılırken Resûl-i Ekrem’e ikinci şıkkı tercih ettiğini söyledi. Bu gazvede de kahramanca savaşan ve otuz bir kişiyi öldüren Hamza, Hz. Peygamber’in uyarısına rağmen okçuların yerlerini terketmesi yüzünden İslâm ordusu bozguna uğrayınca, “Ben Allah ve resulünün aslanıyım. Allahım! Ebû Süfyân ile adamlarının yaptıkları kötülüklerden sana sığınırım. Müslümanların yanlış hareketlerinden dolayı da senden af dilerim” diyerek düşmanla çarpışmaya devam etti. Bir taşın arkasına gizlenip Sibâ‘ b. Abdüluzzâ ile vuruşmasını seyreden Vahşî, Hz. Hamza’nın Sibâ‘ı öldürdükten sonra kendisinin bulunduğu yere yaklaştığını görünce mızrağını fırlatarak onu şehid etti; daha sonra ciğerini çıkarıp Hind’e götürdü. Düşman askerleri, başta Hamza olmak üzere babası müşrik olan Hanzale b. Ebû Âmir dışında bütün şehidlerin burunlarını, kulaklarını ve diğer organlarını keserek iplere dizip savaşa katılan kadınların boyunlarına gerdanlık diye taktılar ve Mekke’ye o şekilde girmelerini sağladılar.

Resûl-i Ekrem Hz. Hamza’yı bu durumda görünce çok üzüldü, ağladı ve şöyle dedi: “Hiç kimse senin kadar musibete uğramamıştır ve uğramayacaktır. Beni bunun kadar öfkelendiren bir şey olmamıştır. Ey Resûlullah’ın amcası! Ey Allah ve resulünün aslanı Hamza! Allah sana rahmet etsin. İyi bilirim ki sen hısım ve akrabalık haklarını gözetir, daima hayırlı işler yapardın. Eğer yas tutmak gerekseydi sana yas tutardım.” Hz. Peygamber daha sonra yetmiş (veya otuz) müşriği katledip aynı şekilde intikam alacağına yemin etti. Ancak, “Eğer ceza verecekseniz size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz elbette bu sabredenler için daha hayırlıdır” (en-Nahl 16/126) meâlindeki âyet nâzil olunca bundan vazgeçti. Resûl-i Ekrem, Hz. Hamza’yı görmek isteyen kız kardeşi Safiyye’ye engel olmaya çalıştıysa da Safiyye kardeşinin bu musibete Allah yolunda uğradığını, Allah yolunda bundan daha beterine de razı olacağını ve sevabı O’ndan bekleyeceğini söyleyerek ısrar etti; fakat Hamza’nın cenazesini görünce göz yaşlarını tutamadı. Hz. Peygamber, Hamza’nın Allah ve resulünün aslanı, şehidlerin efendisi olduğunu söyleyerek halası Safiyye ile kızı Fâtıma’yı teskin etti ve şehidlerin ölmeyip cennette yaşadıklarını belirttikten sonra bu esnada nâzil olan, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın kendi lutuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşleri için de hiçbir keder ve korkunun bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169-170) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Hz. Hamza’nın cenaze namazını Resûl-i Ekrem kıldırdı; arkasından da diğer şehidlerin namazı kılındı. Şehidler yıkanmadan kendi elbiseleriyle ikişer üçer Uhud’da toprağa verildi. Üzerlerindeki kıyafetler göğüs ve baş kısımlarına sarıldı, alt kısımları da kokulu otlarla örtüldü. Hamza’nın kabrini Ebû Bekir, Ömer, Ali ve Zübeyr kazdılar ve Resûlullah ile birlikte defnettiler. Hamza, kız kardeşinin oğlu Abdullah b. Cahş ile aynı kabre konuldu. Resûl-i Ekrem Medine’ye dönünce Sa‘d b. Muâz, Muâz b. Cebel ve Abdullah b. Revâha ile ensara mensup kadınlar kendisine tâziyede bulundular ve göz yaşı dökerek üzüntüsünü paylaştılar. Ensarlı kadınların ağlamayı gece yarısına kadar sürdürdüklerini haber alan Hz. Peygamber onlara teşekkür ve dua ettikten sonra evlerine yolladı. Ertesi gün de bu şekilde ağlamalarını uygun bulmadığını söyledi.

Akrabalık hukukunu gözeten, mert ve titiz bir insan olan Hz. Hamza, Uhud Savaşı’nda dillere destan olacak şekilde bir kahramanlık göstermiştir. İslâmiyet uğruna kendi hayatını hiçe sayarken savaşın bütün tekniklerini kullanmış, o günün gazileri ve daha sonra hak yolunda savaşacak bütün gaziler için cesaret ve kahramanlık örneği olmuş, gazi ve şehidlerin pîri sayılmıştır. Bundan dolayı İslâm tarihinde “seyyidüşşühedâ” ve “esedullah” unvanları ile anılagelmiştir. Resûl-i Ekrem’in çok sevip saydığı, maddî ve mânevî desteklerine mazhar olduğu Hz. Hamza yaşadığı dönemde ilmî ve idarî faaliyetlere katılamamış, bu sebeple de kaynaklarda hakkında fazla bilgi yer almamıştır. Onun mukadderatı, bir bakıma Resûlullah’ın anne ve babasının mukadderatına benzemiştir. Her ikisi de genç yaşta vefat eden ebeveyn-i resûlün vazifesi, sanki son peygamberi doğurup insanlığa hediye etmekten ibaretti. Hamza’nın da görevi müslüman varlığı uğrunda elden geleni yaptıktan sonra aynı yolda şahâdet şerbetini içmek ve tarih boyunca gazilerin gönüllerinde yaşamaktan ibaret olmuştur.

Vahşî b. Harb Mekke’nin fethinden sonra Tâif’e kaçıp oraya yerleşti. Tâifliler, İslâmiyet’i kabul ettiklerini bildirmek üzere Medine’ye bir heyet gönderdiklerinde Vahşî de onlarla birlikte Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Amcasının şehid edilişini kendisinden dinlerken büyük bir teessüre kapılan Resûl-i Ekrem ona bir daha gözüne görünmemesini söyledi. Resûlullah’ın Vahşî’yi cezalandırmak şöyle dursun ona kötü bir söz bile söylememekle beraber kendisini görmeye tahammül edemeyeceğini ifade etmesi, Hamza’yı ne kadar çok sevdiğini göstermesi bakımından dikkate değer bir olaydır.

Hamza’nın Havle bint Kays’tan Umâre, Bintü’l-Mille b. Mâlik el-Evsî’den Ya‘lâ ve Âmir adlı üç oğlu ile Selmâ bint Umeys’ten Ümâme adlı bir kızı olmuştu. Ümâme’nin teyzesi Esmâ, Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in hanımı olduğundan Hz. Peygamber onun bakımını Hz. Ca‘fer’e tevdi etti. Daha sonraki yıllarda Hz. Ali Resûlullah’a amcasının güzel kızı Ümâme ile evlenmesini teklif etmiş, ancak Hz. Peygamber Ümâme’nin süt kardeşinin kızı olduğunu ve Allah’ın süt kardeş kızı ile evlenmeyi haram kıldığını söylemiştir (İbn Sa‘d, III, 11-12). Resûl-i Ekrem Ümâme’yi Mahzûmoğulları’ndan Seleme b. Ebû Seleme ile evlendirmiştir. Hz. Hamza Resûlullah’tan “Şu meâlde bir hadis rivayet etmiştir: “Allah’ım! Senden ism-i a‘zamın ve rızâyı ekberin hürmetine istekte bulunuyorum” şeklindeki duaya devam ediniz” (İbnü’l-Esîr, II, 55).

Hz. Hamza’nın türbesinin Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın (1180-1225) annesi tarafından yaptırıldığı rivayet edilir. Türbenin yanına daha sonraki dönemlerde mescid ve kütüphane yapılmış, Osmanlılar zamanında buranın bakımına itina gösterilmiştir. Bölgenin yönetimi Osmanlılar’ın elinden çıktıktan sonra türbe ve çevresindeki bütün yapılar yıkılmıştır (DMT, III, 335-336).

Müslümanlar arasında kahramanlığın sembolü olan Hz. Hamza, Türk folklorunda güreşçilerin pîri sayıldığı gibi menkıbevî hayatı müslüman milletlerin edebiyatlarında kendi adıyla anılan eserlere konu olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA

Süfyân es-Sevrî, et-Tefsîr, Beyrut 1983, s. 294.

İbn Hişâm, es-Sîre, III, 65, 74, 75, 76, 96, 97, 101, 102, 103, 104, 311.

İbn Sa‘d, e-abaḳāt, II, 42, 43, 44; III, 8-15.

İbn Abdülber, el-İstîʿâb, I, 271-276.

İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe (Bennâ), II, 55.

Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XVII, 100-103.

Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, I, 171-184.

İbn Hacer, el-İṣâbe, I, 353-354.

Tecrid Tercemesi, VII, 76; VIII, 402; X, 131, 205-206.

Semhûdî, ulâatü’l-Vefâ bi-abâri dâril-Muṣṭafâ (nşr. İbrâhim el-Fakīh), Cidde 1403/1983, s. 382-383.

Halebî, İnsânü’l-ʿuyûn, I, 296-302; II, 216-257.

Şevkânî, Derrü’s-seâbe, s. 331-333.

Abdullah Mir Ganî, Menâıbü Seyyidiş-şühedâʾ ażreti amza, Hacı Selim Ağa Ktp., Aziz Mahmud Hüdâyî, nr. 1183.

Ziriklî, el-Aʿlâm, II, 310.

Köksal, İslâm Tarihi (Mekke), İstanbul 1971, I, 327-329; III, 45, 55, 97, 114-116, 157, 169, 171, 172, 188, 201, 203, 204, 205, 208, 209.

M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr., aaü’l-urʾân, Kahire 1405/1984, s. 336-369.

Cemîl İbrâhim Habîb, amza b. ʿAbdilmuṭṭalib Seyyidü’ş-şühedâʾ, Bağdad 1985, s. 200-203.

Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, İstanbul 1986, I, 384-385.

Mahmûd Şelebî, ayâtü Seyyidiş-şühedâʾ amza b. ʿAbdilmuṭṭalib Esedillâh ve Esedi Resûlih, Beyrut 1987.

Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ), I, 219.

H. Lammens, “Hamza”, İA, V/1, s. 203-204.

G. M. Meredith-Owens “Ḥamza b. ʿAbd al-Muṭṭalib”, EI2 (İng.), III, 152-154.

Abdülhüseyn-i Şehîdî, “Buḳʿa-i Ḥamza Seyyidü’ş-şühedâʾ”, DMT, III, 335-336.

Genel Müdürümüzün Ramazan Bayramı Mesajı

İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (k.s.)

Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî." Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşid.

Adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.

İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan'da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası… Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri'den aklî ve nakli ilimleri, İbnu'l-Haceri'l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri'l-Mekkî'den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî'den de fıkıh, tefsir ve diğer islamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi. İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.

Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi'ye geldiğinde Nakşbendi ulularından Muhammed b. Baki billah'a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde seyr ü sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah'ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı "saf ve temiz İslam"ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber'ın oğlu Cihangir'in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşad, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind'de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan 'Serhend" şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind'dir. Hindistan sınırı demektir.

Denizin Denize Kavuşması Gibi

İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin "Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi yetiştirmek içindi. Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı. İmam-ı Rabbani, bunu bizzat kendisi Mektubat'ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî, el-Hadaiku'1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat'ın verdiği bilgilere göre İmam-ı Rabbani, "lafza-i celal" zikriyle başladığı sülukunu gaybet, fena, cem', sahv ve sekr hallerinden geçerek "müşahede"ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün zerreleri Hakk Teala'nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından Hakk'ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür. Bunu, Hakk'ı kainata bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali izler. Bunun ardından, Hakk Teala'yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa müşahede edilen Hakk'ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.

Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.

Yaşadığı Dönem

İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak istiyordu. Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.

Eserleri ve Mektubat'ı:

İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz. Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.

Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:

İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

Dervişlik, Şeyhe Teslimiyyet

Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.

Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.

Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.

Sahabe ile Veli Arasındaki Fark

Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı" tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir. Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.

Şeriat ve Tarikat

İmam-ı Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.

Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz

Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşbendîlik

İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebü Bekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.

Veraset İlmi

Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" (Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.

Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.

Bid'atlerle Mücadele

İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysa ki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.

Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.

Velilik

İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de "hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere "iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.

İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.

-Rahmetullahı aleyh-

Kuran'ın Baharı: RAMAZAN – caferialimler

Faizsiz Bankaların Finansman Kullandırma Yöntemleri

Makale: Prof. Dr. Hamdi Döndüren

Faizsiz finans kurumları ile tasarruf sahipleri arasındaki ilişki, “Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı)” esasına dayanır. Finans kurumu işletmeci (mudarib), bu işletmelerin kâr-zarar katılım fonlarına para yatıranlar ise, sermaye (re’sülmal) sahibi tarafını oluşturur.

İşletme, çeşitli vadelerde yatırılan sermayeleri, vadesine göre, 3 veya 6 ay, 1 yıl, 3 yıl gibi kâr-zarar katılım fonlarında toplar ve bunları vade sonundan önce geri dönecek şekilde finansman olarak müteşebbislere kullandırır. Finans kuruluşlarının para kullandırma yöntemleri genel olarak dört maddede toplanabilir: Mudarebe, Muşareke, Murabaha ve Leasing (finansal kiralama). Bunları kısaca açıklayacağız.

1- Murabaha: Peşin parayla mal alıp vadeli satma yoluyla finansman kullandırma yoludur. Burada faizsiz banka müşteriye verdiği vekâletle daha önce satış şartları üzerinde yapılan anlaşmaya uygun olarak malı satın alma, kendine devir ve temlik etme yoluyla murabaha muamelesi yapmaktadır. Murabahada piyasa şartları faizsiz bankayı vade farkı oranlarını hesaplamada banka faiz oranlarına yakın vade farkı uygulamasına zorlamaktadır. Bunun sonucu olarak da dağıtılan kâr oranları faiz oranlarına yakın gerçekleşmektedir. Bu durum Osmanlı Devleti döneminde gelişen para vakıflarının murabaha uygulamasında da görülmektedir. Nitekim elimizdeki bir murabaha uygulama vakfiyesindeki şu ifadeler bunu gösterir:

“Yukarıda adı geçen vakfedici kadın, miktarı belirtilen 91.000 gümüş dirhemin, ne eksik ne de fazla olmamak üzere, yılda her 10 dirheme, 1,25 dirhem (yıllık %12,5) hesabı üzere, faiz (riba) ve faiz şüphesinden uzak bir şekilde, İslâma uygun bir muamele (muamele-i şeriyye) ve günlük rayiç bedeller (murabaha-i meriyye) uygulanarak, kâr (rıbh) getirecek şekilde işletilmesini şart koştu. Bu muamele sağlam rehin veya varlıklı kefil güvencesi ile güçlendirilir.” [1]

Vakıf paralarda kâr getirisi vakfın hayır cihetine harcandığı için anaparanın artması ve vakfın gelişip büyümesi amaçlanmıyordu. Bu yüzden kâr miktarı belli olan ve mala konan ipotekle de alacaklar, zarar riski bulunmayan bir güvenceye bağlanan murabaha günümüz faizsiz bankacılığının ana muamelesi haline gelmiş ve son yıllarda %95’in üzerine çıkmıştır. Bu yöntem faizsiz bankaları konvansiyonel bankacılık sistemine yaklaştırmıştır. Ancak sistemin büyümesi için Ahmad en-Neccar’ın da bir sempozyumda dile getirdiği gibi İslâm bankalarının %40’ın üzerinde emek sermaye (mudarabe) yöntemine yönelmesi gerekir.

2- Mudarebe: İslâmî finans kurumunun havuzdaki paranın önemli bir bölümünü piyasada dürüst iş yapan girişimcilerle emek sermaye ortaklığı yoluyla işletmesi beklenir. Meselâ; ihracat işi yapan bir müteşebbis, bir yıllık fondan 500 bin doları mudarebe yöntemiyle alıp, yıl boyunca üç defa ihracat işi gerçekleştirse ve yılsonunda 150 bin dolar kâr elde etse, anlaşma gereği kârın % 20’si olan 30 bin doları alma hakkı bulunur. Geri kalan anapara ve 120 bin dolar kâr da finans kurumuna iade edilir. Buna göre kurum, döviz bazında % 25 gelir elde etmiş bulunur. Böyle yüksek bir gelir sağlayan mudarebe havuzuna tasarruf sahiplerinin yıllık, iki veya üç yıllık vadelerle kaynak sağlaması mümkün hale gelir. Sermaye sahibinin bu gibi işlemleri izleme, her aşamada kontrol etme ve gerektiğinde riskler için sigorta ettirme hakları bulunduğu için zarar riski en aza indirilebilir.

İslâm’daki “emek-sermaye ortaklığı (mudarebe)” yöntemi doğu ve batının ileri ekonomilerinde “risk sermayesi (venture capital)” adıyla modernize olmuştur. Bu yöntem özellikle ABD, İngiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde ileri teknolojiyi geliştiren itici bir güç olmuştur. Çünkü bilim adamı ve girişimci şirketin bilanço kârından % 20 dolaylarında pay alması, her gün yüzlerce yeni projelerin, keşif ve icatların etkeni olmuştur.

ABD’de emek-sermaye ortaklığının öncüsü sayılan Harvard Üniversitesi hocalarından General Doriot’un şu sözleri dikkat çekicidir: “Yaratıcı ve uzak görüşlü genç insanları arayınız. Bu insanların proje ve fikirlerine sermaye ile, hatta sermayeden de önemli olarak, onların teknoloji üretme vasıflarına duyacağınız saygı ile hayat veriniz. Amacımız yeni keşif ve icat yapabilen insanlar ve bu insanların şirketlerini yoktan var etmek olmalıdır. Kâr, amacımız değil mükâfatımızdır…” Doriot’un yönettiği risk sermayesi şirketi (ARDC), 1957’de Digital Equipment Co. (D.E.C) isimli girişimci şirketi desteklemeye karar verir. Desteklenecek şirket, başlangıçta yalnız fikir ve proje üreten yoksul, fakat yetenekli iki mühendisten ibarettir. Doriot’un şirketi, girişimci şirketin (D.E.C) % 78 hissesini 70 bin dolar karşılığında almış, 15 yıl sonra yani 1972’de kâr payı olarak 350 milyon dolar kazanmıştır. Bu, anaparanın dolar hesabıyla beş bin katına yükseldiği anlamına gelir.[2]

3- Muşareke (sermaye) ortaklığı: Finans kuruluşu bazı projeler için kendi öz sermayesi ile vadesi uygun olan katılım fonundan da sermaye koyarak, yatırım yapabilir. Elde edilen kâr, ana sözleşmedeki ölçülere göre paylaşılır. Ancak faizsiz bankanın bu iş için kendi bünyesinde ticaret yapan birimler oluşturması ve piyasaya açılması gerekir.

Günümüzde faizsiz bankacılığın ziraat ortakçılığı (muzâraa), bağ-bahçe ortakçılığı (musâkât) ve ağaç dikimi ortakçılığı (mugârase) yöntemleriyle tarım alanına da girme zamanı gelmiştir. Nitekim Hz. Peygamber Hayber toprakları üzerinde ziraat ortakçılığı esasını uygulamıştır.[3] Ebû Cafer Muhammed İbn Ali’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Ehl-i beytten Medine’ye hicret eden hiçbir kimse yoktur ki, çıkacak ürünün, üçte biri veya dörtte biri ile ziraat ortakçılığı yapmış olmasın.”[4]

Buna göre faizsiz bankalar bünyelerinde istihdam edecekleri ziraat teknisyeni, mühendisi ve benzeri girişimciler eliyle emek ve sermaye katkısı sağlayarak, çıkacak ürünü paylaşma esasına dayalı ortaklıklar tesis edebilirler. Faizsiz banka bünyesinde oluşturulacak özel fonlarla bu sektörlere girildiğinde, tasarruf sahiplerine faizin çok üstünde kâr dağıtma imkânı olunca, sistemin hızla geliştiği görülecektir.

4- İstisna (eser) sözleşmesi: Toplum hayatında kimi mal, eşya ve ekipman sipariş verilerek özel olarak imal ettirilir. Günümüzde inşaat ve sanayi sektöründe pek çok imâlâtlar ölçü ve nitelikleri belirlenerek üretilmektedir. Yine tren, gemi, uçak, tır, fabrika bina ve donanımı gibi araç ve tesisler proje ve şartnamesi hazırlanarak müteahhit kişi veya firmalara yaptırılmaktadır. Burada, selem sözleşmesinde olduğu gibi sipariş bedelinin peşin verilmesi şart değildir. Ancak, sipariş bedelinin bir bölümünün işin başında peşin verilmesi, bundan sonra hakedişlere göre ödeme yapılması mümkündür.

Günümüzde faizsiz bankaların “eser sözleşmesi” çerçevesinde istisna akdi alanına girerek bu sektörde de yerini alması gerekir.

Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun önce bir varlık sahibi olması gerekir. Bu varlığa istinaden ihraç gerçekleşir. Örneğin, ilk uygulamanın hayata geçtiği Malezya’da, Federal Malezya Arsa Ofisi’nin elindeki arsalar, kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış,

Standart olan üretimlerde bunun paranın tamamı peşin mal veresiye olmak üzere “selem akdi” ölçüleri içinde değerlendirilmesi de mümkündür.

5- Sukuk uygulaması: Günümüzde Mudarebe, Muşareke, İcâre hatta İstisna’ sözleşmelerine dayalı olarak ihraç edilen bu menkul değerlere “kâr veya gelir ortaklığı senedi” diyebiliriz. Sukuk veya faizsiz menkul kıymet kullanımı son yıllarda oldukça yaygınlaşmıştır.

Sukuk bonolar yani varlığa dayalı faizsiz tahviller, Malezya’nın buluşudur. 2002 yılında Malezya hükümeti tarafından ihraç edilen sukuk bonolara yönelik ilgi Pakistan, Bahreyn, Brunei Sultanlığı, Katar gibi birçok bölge ülkesinin de konuyla ilgili harekete geçmesini, gelişmiş ülke sermaye piyasalarının da bu yeni yatırım enstrümanına uygun ortamlar yaratmasını sağlamıştır.

Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun önce bir varlık sahibi olması gerekir. Bu varlığa istinaden ihraç gerçekleşir. Örneğin, ilk uygulamanın hayata geçtiği Malezya’da, Federal Malezya Arsa Ofisi’nin elindeki arsalar, kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış, arsalar daha sonra Malezya hazinesine kiralanarak kira geliri kontratları yaratılmıştır. Bu kira gelirlerine dayalı olarak ihraç edilen sukuk bonolarla da menkul kıymetleştirme yapılmıştır. Sukukta yer alan hak-iddia sadece nakit akışı hakkı değil aynı zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku geleneksel bonolardan ayırır. Geleneksel bonolar faiz taşıyan menkul kıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak varlık sepetinde sahiplik hakkından oluşan yatırım sertifikalarıdır.

Şunu da belirtelim ki sukuk uygulaması gerçek ortaklık, istina’ akdi, alım satım gibi İslâm hukukunun esaslarını belirlediği uygulamalara dayalı olarak yapılmalıdır. Örneğin ülkemizde yapımı öngörülen 3 ncü köprü, baraj, Kanal İstanbul, tüneller, otoyolları, hızlı tren projeleri, havaalanı, hastane ve kamu binaları yapımı, kentsel dönüşümler ve üniversite inşaatları ve benzerleri için sukuk ihracı yoluyla kaynak sağlanabilir. Bu gibi projeler halkın tasarrufları ile daha kısa sürede hayata geçirilebilir. Bankalar da bu gibi para hareketlerini hizmet bedeli karşılığında toplama, dağıtma ve işlemleri izleme faaliyetlerine katkıda bulunabilir. Sonuç olarak İslâm’da nakit para kaynaklarının, faizsiz yöntemlerle doğrudan reel ekonomide kullanımını sağlayacak alternatif finansman enstrümanları vardır. Bunların güncellenerek geliştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmalar, aynı zamanda para gücünün doğrudan reel ekonomide kullanımını sağlayacaktır.

1- Orijinal metin için bk. Bursa Şeriyye Sicilleri, A 21/27, 33a.

2- Bk. Tansu Çiller-Murat Çizakça, Türk Finans Kesiminde Sorunlar ve Reform Önerileri, Neşr. İSO. İstanbul 1989, s. 152; Hamdi Döndüren, “İslâm Bankacılığı ve Reform Önerileri, İslâmî Araş. Dergisi, c. VI, sy. 1, yıl, 1992; Çiller-Çizakça, age, s. 128, 129.

3- Buhârî, Hars, 14; İcâre, 3.

4- Buhârî, Hars, 8.